19 Aralık 2011 Pazartesi

C’ERA UNA VOLTA IL WEST [ONCE UPON A TIME IN THE WEST]

Henry Fonda üstadın Charles Bronson ile başrollerini paylaştığı filmde, Sergio Leone adeta “western” filmi işte böyle çekilir demiş. Sergio Leone bu filmi çekmeye başlamadan önce her sahneyi en ince detayına kadar kafasında kurgulamış olmalı, yoksa böylesine iyi karelerin başka türlü yakalanmasının imkanı yok.
Filmde Henry Fonda’yı kötü adam Frank rolünde izliyoruz. Karşısında ise mızıkayı da silah kadar iyi kullanan nam-ı diğer “Harmonica” rolünde Charles Bronson. Bu iki karaktere eşlik eden filmin güzel kadını ise Tunus asıllı aktris Claudia Cardinale.
Sert bakışlar, altıpatlar silahlar, atlar, çizmeler ve güzel bir kadın. Western filmlerinin her unsuru profesyonelce kullanılmış ve her Leone filminde olduğu gibi hiçbir detay film içinde sırıtmamış. İstasyon kasabası bile filmin konusunun üzerine kurgulandığı olgu olarak karşımıza çıksa da filmde sadece bir detay gibi geliyor izleyicinin gözüne.
İntikam hırsının insana neler yaptırabileceğini insanın gözüne sokan bir senaryosu var filmin. İntikam hırsına bürünmüş bünyelerin gerekirse intikamını almak için hasmını başkalarından koruması bile etkileyici şekilde işlenmiş.
Western sineması sevenlerin festival filmi tadında izleyebileceği bir film “C’era Una Volta Il West”.

11 Aralık 2011 Pazar

LONDON BOULEVARD


Ken Bruen’in aynı ismi taşıyan romanından uyarlanmış, 2010 yapımı bir film. Filmde Londra’da hapishaneden tahliye olan Mitchel’in suç dünyasına bulaşmadan yaşamaya çalışması işleniyor.
Filmde başrol oyuncusu Colin Farrell iyi bir iş çıkarmış. Birbirinin zıttı ruh hallerini gayet başarılı bir performansla ortaya koyuyor.
Filmin olay örgüsü gayet iyi şekilde kurgulanmış. Çok fazla özel efektlere ve aksiyon sahnelerine boğulmadan izlenebilir bir intikam filmi ortaya çıkmış. Suç dünyası ile aşk-aile ilişkileri başarılı bir şekilde birbiri içine geçirilmiş.
Film hakkında konuşulması gereken daha önemli ayrıntılar bence filmin alt metinlerinde yer alan temalar. Öncelikle Mitchel’in hapishane’ye girme sebebini bir detay olarak verirken işlenen, ve filmde bazı yerlere serpiştirilen islamofobi gözden kaçmıyor. Bu ayrıntı, direkt bir mesaj olmasa bile, ana karakterin geçmişinde hapishaneye girmesine sebep olan olay, Londra’da müslümanlarla yaşadığı bir kavga olarak veriliyor. Ayrıca ezan sesi gaspçıların işlendiği bir sahnede kullanılıyor. Öte yandan kötü karakterin zencileri bazı sahnelerde hor görmesi, ırkçılığa karşı detaylarla verilen bir mesaj olarak bu filmde yerini alıyor. Bu iki durum bana ırksal ayrıma hayır, dinsel ayrıma evet diyen bir yapımla karşılaşmışım hissi verdi. Bunların yanında, tacize/şiddete uğrayan kadınların yaşadığı sıkıntılı süreçler filmin alt metninde işlenen bir başka tema.
Bu film için muhteşem tanımını yapmak ne kadar imkansızsa, kötü film yorumu yapmak da o kadar imkansız. Bu filmi vasat ve iyi arasında bir yere koymak daha uygun olur.

7 Aralık 2011 Çarşamba

JODAEIYE NADER AZ SIMIN [A SEPARATION]

Baskı altında, mecburiyetlerin dayatıldığı topraklarda yaşayıp, ortaya eser koymaya çalışan yazarlara, şairlere ve yönetmenlere büyük hayranlığım vardır. Bu yüzden bu filmi pek objektif gözle izleyemeyeceğimi düşünüyordum. Filmi izledikten sonra ise zaten bunun mümkün olmayacağını, negatif bir önyargı içinde bile izlemiş olsaydım, bu filme hayran kalacağımı farkettim.
O kadar net kareler, o kadar iyi filme alınmış bir senaryo var ki ortada etkisinden kolay kolay çıkabilmek pek mümkün değil. Asghar Ferhadi kendi yazdığı senaryonun yönetmenliğini de kendisi üstlenmiş.
Hikaye bir boşanma süreci üzerine kurulu. Film zaten ülkemizde de “Bir Ayrılık” adı ile gösterime girdi. Boşanmak isteyen İranlı bir çift ve bu çiftin velayetinin kimde olacağına karar veremediği kızları üzerinde akıyor film. Film boyunca yardımcı karakterler ve ana karakterlerin ilişkileri o kadar iyi kurulmuş ki sindire sindire izlerken buluyorsunuz kendinizi. Filmi izlerken aynı zamanda kimin suçlu kimin masum olduğunu değil; kimin ne kadar suçlu kimin ne kadar masum olduğunu sorguluyorsunuz. Diğer yandan,  bu kötüler hep kötü, iyiler hep iyi değil. Bu kararları izleyici veriyor. Dolayısıyla izleyici kendisini filmin içinde buluyor. Dürüstlük, asabiyet, vicdan, doğruluk, çıkarlar, ilişkiler yumağı bir hikaye. Her karakterin içinde kaldığı ikilemler bu denli güzel anlatılabilirdi.
Film İran’da çekilince, merkezinde de insan olunca sistem eleştirisi kendiliğinden geliyor haliyle. Ne amaçla olursa olsun, insanların yaşam tarzları baştan belirlenmiş olunca, hayatta basit iyilikleri yapmanın bile ne denli sıkıntılı olabileceğini görüyorsunuz filmde.  
“Sanat filmi” ya da “festival filmi” diyerek geçiştirmek bu filme haksızlık olur. Muhteşem bir başyapıt denilebilecek kadar başarılı bir eser çıkmış ortaya.

5 Aralık 2011 Pazartesi

COLOMBIANA

2011 yapımı film için yapabileceğim tek yorum “vakit geçirmelik” olacak. Yönetmen Olivier Megaton daha önce çektiği dört tv dizisi sayesinde izleyicinin karakterini çözmüş durumda. Klasik bir intikam filmi senaryosu olmasına rağmen filmi izlerken canınız sıkılmıyor.
Senaryo ise az önce bahsettiğim gibi, klasik intikam filmi senaryosu. Küçük yaşta babasını suç dünyasına feda eden bir çocuk, büyüyünceye kadar intikam yeminleri ederek  bir katile dönüşüyor. Hatta babasından yadigar malum kolye bu filmde de kullanılmış.
Filmde aklımda kalan, “işte bu olmuş” dediğim sahne ise filmin başında kızın ve ailesinin yaşadığı Kolombiya kentinin çekimleri. Ayrıca içinde suç unsuru ve Güney Amerikalıları barındıran filmde duvardaki bir afişle Scarface filmine selam çakılması hoşuma gitmedi değil.
Başrol oyuncusu Zoe Saldana’nın performansı idare eder. Avatar filminde ortaya koyduğu performans bu filmdeki performansından çok daha üstün.
Sözün özü; vakit geçirmek için birebir. Ancak çok büyük beklentilerle izlememek gerek.

WHAT WOMEN WANT [KADINLAR NE İSTER]

Filmin bir sahnesinde de söylendiği gibi, Freud 83 yaşında ölmeden önce bile, hala aklında tek bir soru vardı, “kadınlar ne ister”. Bu filmi izlerken bu sorunun cevabını yakalıyorsunuz. 
Mel Gibson; çalıştığı reklam ajansında erkeklere yönelik reklam kampanyaları ile başarıyı yakalamaya uğraşırken, terfi almayı beklediği pozisyona bir kadının şirket dışından transfer edilmesi onu ister istemez bir rekabetin içine çeker. Çalıştığı firma radikal sayılabilecek bir karar ile kadınlara hitap eden ürünlerin reklam kampanyalarına yönelmeyi amaçlamaktadır. Kadınların ne istediğine dair hiç bir fikri olmayan Nick Marshall’ın başına gelen bir kaza olayların akışını değiştirecektir. Nick Marshall artık kadınların sadece seslerini değil, düşüncelerini de duyabilmektedir.
Sadece bir film değil, birkaç sezonluk komedi dizisi bile çıkarılabilecek malzemeye sahip bir hikaye olunca iyi bir iş çıkarmak çok zor olmasa gerek. Tabi bu durum iki saatlik bir komedi filmii izlerken, “şöyle bir espri de olabilirdi”, “böyle bir muhabbet de geçebilirdi” diye düşünülmesine yol açabilir.
Bu film hakkında konuşulması gereken dikkat çeken bir detay da, kesinlikle filmin müzikleri. Filmin ruhu ile uyumlu jazz parçalar seçilmiş. Bu durum izleyicinin ruh halinin filme göre şekillenmesini sağlıyor.
Sonuç olarak, Mel Gibson ve Helen Hunt’ın oynadığı; eğlenceli, güzel vakit geçirmeye yardımcı olabilecek bir film.

4 Aralık 2011 Pazar

ÇINAR AĞACI

Handan İpekçi’nin yönetmen koltuğunda oturduğu filmde, Adviye Hanım’ın trajedisi, içine biraz da neşe katılarak işlenmiş. Kurgusu, oyuncu performansları, mekan tasarımları oldukça iyi olsa da film genel anlamda beklentilerimi karşılamadı.
Bu tür senaryoların filmlerini izlerken ne yazık ki bir sonraki sahneyi hatta repliği bile az çok tahmin etmek zor olmuyor. Çınar Ağacı’da işte tam böyle bir film olmuş. Sonay’ın filmin sonunda annesini huzur evinden eve getireceğini, defalarca vurgulanan Fransızca biliyor olmasının, terfi almasını sağlayacağını; filmin sonunda Adviye Hanım’ın başına gelecekleri tahmin etmek hiç zor değildi.
Bu filmle ilgili konuşulurken Nurgül Yeşilçay’ın performansını es geçmemek gerekir. Film boyunca “workaholic” kavramının tanımını yeniden yazdıracak bir performans sergilemiş. Film boyunca işine odaklı insanın geceden gündüze nasıl yaşadığını, iş dünyasının stresini izleyicilere aktarmada oldukça başarılıydı.
Ayrıca, mekan seçimleri ve sahne tasarımı konusunda da oldukça iyi bir iş çıkmış ortaya, buna rağmen, son sahnede çınar ağacının yaprakları keşke sararmış olarak kullanılsaydı diye içimden geçirdim. Handan İpekçi filmin sonuna sembolist bir bakış açısı getirmiş olurdu böylece.

SCENT OF A WOMAN

John F. Nash'in oyun teorisini bilirsiniz ve bu teoriyle ilgili "tutsak ikilemi" oldukça meşhurdur. Giovanni Arpino bu filmin hikayesini yazarken teoriden ve ikilemden faydalanmış olmalı. Charlie Sims arkadaşlarını ispiyonlayıp, eğitimine Harvard'da devam edebilir ya da arkadaşlarına arka çıkıp, geleceğini karartabilir. Bu ikilemi yaşadığı sırada, karşısına çıkması gereken bilge kişi bu filmde yok. Bilge karakterin yerine; karşımıza bu sefer kör, kendini beğenmiş, etrafına huzursuzluk saçan, kadın düşkünü sayılabilecek bir emekli yarbay çıkıyor.

Al Pacino adı geçince yapılan yorumlar az çok bellidir; "oynuyor adam", "büyük oyuncu", hepsi doğrudur aslında... Ancak bu filmi izlerken; Al Pacino gerçekten kör de, gerçek hayatta görüyor numarası mı yapıyor diye düşünüyor insan. Bu filmde Al Pacino tarifi zor bir performans göstermiş. Kör bir adamın koordinatları verilen bir pistte nasıl tango yapabileceğini, saatte 110 km. hızla nasıl Ferrari kullanabileceğini gösteriyor cümle aleme. Malum tango sahnesini izleyip, öyle tango yapmayı arzulamayan pek kimse yoktur zannediyorum.

Filmde sahne  kullanımları da oldukça iyi. Birkaç sahne dışında dekorlarda, alan kullanımlarında gözü tırmalayan pek bir detay yok. Kamera açıları iyi seçilmiş. Görsel bir şölen sunulmasa da; ışık, sahne, kamera kullanımları profesyonelce ayarlanmış. Zaten kazanamasa da 92 Oscar'larında en iyi görüntü ve en iyi düzenleme oscarlarına aday gösterilmiş, Al Pacino ise bu filmde ki performansı ile "en iyi erkek oyuncu" ödülünü kazanmıştı.

3 Aralık 2011 Cumartesi

ZAMANI BARAYÉ MASTI ASBHA [A TIME FOR DRUNKEN HORSES]

Gerçekçilik akımı denince akla gelen ladri di biciclette'dir hep. Küçük Bruno'nun gözünden savaş sonrası İtalya'sının sosyo-ekonomik durumunu izleriz bu filmde. Sarhoş Atlar Zamanı ise; küçücük iken büyümek zorunda kalan büyük gönüllü Ayoub'un, hasta Mani'nin ve kardeşlerinin gözünden; sınırda, kırsalda ve kaçakçı bir babanın çocukları olarak yaşamayı gösteriyor izleyenlerine.


Filmde özel efektler, büyük bütçeler yok. Aynı ailenin 5 ferdi oynamış filmde; bu yüzden sonuna kadar gerçekçi, bu yüzden sonuna kadar samimi. Amansız hastalıkların, parasızlığın, mecburiyetlerin, imkansızlıkların ne illet bir şey olduğunu, başka bir hikaye bu kadar güzel anlatamazdı.


İran-Irak sınırına sıkışmış dramları dünya'nın gözüne sokarcasına FIPRESCI ve Golden Camera dahil toplam 10 ödül kazanmış bir film. Bahman Ghobadi kendi doğup büyüdüğü toprakların hikayesini yazıp, filme çekmiş... Kendi yöresinin hikayesini yazıp, yönetince başarılı ve daha önemlisi samimi bir yapım çıkıyor ortaya.

CASABLANCA

Eminim Michael Curtiz bu filmi çektiği esnada; filmin kült olacağını, hatta peşi sıra çekilen aşk filmlerinin büyük kısmında çektiği filmden esinlenileceğini tahmin etmemiştir.

Öyle bir film ki aslında Casablanca, çekildikten 70 yıl sonra bile er kişileri Bogart'a, hatun kişileri Bergman'a özendirir. Defalarca izlense bile, Ingrid Bergman'ın her "Play it Sam" deyişinde insanın içinden birşeyler kopar. Dün akşam neredeydin sorusuna "üzerinden çok zaman geçti hatırlamıyorum", bu akşam ne yapıyorsun sorusuna ise "o kadar uzak bir zaman için şimdiden plan yapamam" cevabı verme karizmasına özendirir insanı. Trenchcoat giyme isteği uyandırır her yurdum erkeğinde. Sigarayı Rick gibi çekesi gelir insanın bu filmi izlerken. Aşkların ve değerlerin önem savaşını insanın gözüne sokar film, ama kimsenin gözüne batmaz bu savaş. Koro halinde "La Marseillaise" söylenen sahnede tüyleri diken diken ederken, Rick Ilsa'sını cafede görür görmez yine başka dünyalara götürür insanı.

İzledikten sonra "klasik aşk filmi çıktı" diyerek, azıcıkda olsa memnuniyetsizlik içeren yorumlar yaptığımız her filmde Casablanca'dan birşeyler bulmamız olası aslında. Klişeleşmiş sahneleri, klişeleşmiş diyalogları, klişeleşmiş sinema aşklarını, klişeleştiren filmdir desek sanırım yanlış olmaz. Bu yüzden klişe bir film bile olsa, orjinalliğini hiç kaybetmeyecektir Casablanca.